28 Mart 2024

,

Kölelerin İsyanı

Farklı insanlardan bir yığın mektup aldım. Hepsinde de ümitsizliğin dili hâkimdi ve ölüm korkusu yankılanıyordu. İnsan okurken, bu mektupları yazanlar, ne karanlık ve ne zor günlerden geçmiş, kalplerine insanı uykudan eden huzursuz edici fikirler işkence etmiş diye düşünüyor.

Parfümünün kokusu sinmiş kâğıda bir hanfendi şunu yazmış: “O iyi Ruslara ne oldu? Onlar neden birden kana susamış yırtıcı hayvana dönüştü?” Comte de F ise şunu yazmış: “Tanrı bizi unuttu, öğretileri ayaklar altında.” Tombov’dan Ch. Brouteim ise şunu sormuş: “Yaptıklarınızdan memnun musunuz şimdi? O komşunu sev denilen büyük ilkeye ne oldu? Okul ve kilisenin nüfuzu kalmayınca elinize ne geçti?”

Şikâyet eden, tehditler savuran mektupların yanında, bir de kendisini gözyaşı dökmekle sınırlı tutan mektuplar var. Hepsi de telaşlı ve buhranda, bu acılarla yüklü yeni dönemi yaşama fikri, hepsini korkuya sevk etmiş. Hepsine tek tek cevap veremem, bu sebeple, burada tüm mektuplara tek seferde, aynı anda cevap vereceğim.

Bayanlar ve baylar,

Halkın hayatına olan ilgisizliğin suçunun kefaretini ödeyeceğiniz günler gelip çattı. Tüm çektiğiniz eziyetleri ve çileleri bir bir hak ettiniz. Burada tek bir şey söyleyebilir, sizin için tek bir şey dileyebilirim: umarım, bizzat yarattığınız hayatın yol açtığı tüm dehşeti kalbinizin derinliklerinde, tüm yoğunluğuyla yaşarsınız. Umarım, kalpleriniz daha fazla kaygıyla dolar, gözyaşlarınız sizi uykusuz bırakır, umarım, o bugün ülkemiz üzerinde esen zalim ve deli rüzgâr, sizi kor eder! Siz, bunu hak ettiniz.

Bizim yok edileceğimizi söylüyorsunuz. Oysa bilin ki o cürufa, o edepsiz ruhunuza ait sağlıklı ve dürüst olan şeyler ayıklanacak. Pek fazla özen göstermediğiniz, açgözlülükle, yalanla, hâkim olma anlayışıyla, özetle, her türden kötü dürtüyle yoğurduğunuz ruhunuzu tüm pisliklerden arındıracağız!

Hanfendi, siz o insanların başına ne geldiğini bilmek istiyorsunuz. Onlarda sabır kalmadı. Uzun süredir suskunlar. Gördükleri şiddete tek bir tepki koymadan, boyun eğdiler. Yıllar içerisinde kambur çıkmış sırtlarına hayatın yükü bindi. Onlar, muktedirler için çalışıp didindiler. Ama artık o muktedirlere destek olmayacaklar. Gene de halen daha omuzlarındaki tüm yükten kurtulabilmiş değiller. Bu kadar kısa zamanda paniğe kapılmayın, sevgili bayan.

Dürüst olalım: o insanlardan yırtıcı birer hayvandan başka ne olmasını bekliyordunuz ki? Siz, onlar başka bir şey olsunlar diye ne yaptınız? Makul herhangi bir şey öğrettiniz mi bu insanlara, iyilik tohumları ektiniz mi ruhlarına?

Ömrünüz boyunca halkın emeğini sömürdünüz, onların önündeki ekmek kırıntılarını bile aldınız, üstelik, bunları yaparken kötü bir şey yaptığınızı bile anlamadınız. Sizin yaşamanızı mümkün kılan şeyi, size destek sunan gücü sorgulamadan geçirdiniz ömrünüzü. Elbiselerinizin ışıltısı, yoksul ve bedbaht insanların size imrenmesine neden oldu. Köye gidip mujiklere yakın bir evde kaldığınızda, onlara aşağılık bir ırka mensup kişilermiş gibi baktınız. Doğaları gereği zeki ve iyi insanlardı onlar. Onları kötülüğe siz sürüklediniz. Mülksüz insanlara kapalı olan ziyafetler verdiniz, buna rağmen, onların size minnet duymasını istediniz! Şarkılarınız, müziğiniz hayatın başrolünde olan insanların ruhunu şahlandırmaktan aciz. Köylüleri küçük görüyorsunuz, onlara yukarıdan bakıyorsunuz, o köylüler de size karşı hiçbir şey hissetmiyorlar. Ruhlarına hiç tesir edemiyorsunuz. Onlar için ne yaptınız ki! Duygularını dikkate aldınız mı hiç? Hayır! Tek işiniz, onları birer acımasız insana dönüştürmek!

Onların daha zeki olmalarını mı istediniz? Hayır! Onların fikrini hiçbir zaman önemsemediniz. Mujikler, sizin için yük hayvanından farksız. Onlara birer yabaniymiş gibi davranıyorsunuz, onları insan olarak görmüyorsunuz. O zaman size karşı vahşi bir hayvanmış gibi davranmalarına neden şaşırıyorsunuz?

Sevgili bayan! Sorduğunuz soru, hayat konusunda cahil olduğunuzu ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda sizin tam da işlediği günahın bilincinde olup onu itiraf etmek istemeyen günahkâr gibi bir riyakâr olduğunuzu gösteriyor.

Mujiklerin, köylülerin nasıl yaşadıklarını anlamıyorsunuz. Ayaklar altında ezilen bir insan, er ya da geç intikamını alacaktır. Kendisine zerre acımadığınız insan, acıma nedir bilmeyecek, kimseye acımayacaktır. Bu, gayet açık bir gerçektir. Bunun aynı zamanda adil bir davranış olduğunu da eklemeliyim. O zaman şunu anlayın: en korkunç şey, insanın dövüşmesi değil, dövüşmekten başka hiçbir şey yapamıyor olmasıdır. Yanlış olan, birilerinin acıması değil, acıma becerisini yitirmektir. Yüreğine intikam tohumları ektiğiniz bir kalbin size acımasını nasıl bekleyebilirsiniz?

Sevgili bayan! Kief’te o iyi Ruslar, Brodski ismindeki ünlü bir kapitalisti sarayının penceresinden aşağı atmışlar, sarayda bulunan bir dadı da aynı kaderi paylaşmış. Ama kafesteki o küçük kanarya kurtulmuş. Bu olayı biraz düşünün. Biçare kuş, sarayın sahibi pencereden aşağı atılırken merhametle karşılanmış. İsyancıların yüreği o kuşa acımış da yaptıklarını hak eden adama acımamış. O yaşanan dehşetin ve trajedinin ardındaki gerçek, işte bu.

Sevgili bayan, siz tüm hayatınız boyunca insanları eşit görmemişsiniz, komşunuzun hâline zerre acımamışsınız, ama bir yandan da o insanların size insan gibi davranmaları gerektiğini düşünüyorsunuz. 

Mektup yazıyorsunuz, demek ki eğitimlisiniz. Muhtemelen köylülerin hayatını anlatan kitaplar okumuşsunuzdur. Onların nasıl yaşadıklarını bilirken, sırtlarındaki yükü biraz olsun hafifletmek için hiçbir şey yapmazken, o köylülerden ne yapmalarını bekliyorsunuz? Şimdi siz acınacak hâldesiniz. Korkunun titrettiği o elinizle o korkularınızdan sizi kurtaramayacak, o kederinizi bir nebze azaltması mümkün olmayan kişiye ümitsizlikle yazılmış mektuplar yolluyorsunuz. Hayır! O bunları yapamaz.

Yaptıklarınızın kefaretini ödemek, eşyanın tabiatı gereği. Biz, bugüne dek insanların kırbaçlandığı, ölene dek dövüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. Burası, insanların kemiklerinin kırıldığı, uzuvlarının kesildiği, insana uygulanan şiddetin bir sınırının bulunmadığı, farklı işkencelerin insanı utandıracak veya tiksindirecek düzeye ulaşana dek uygulandığı bir ülke. Burada bazı insanların hafızasında okula kapatılıp küçük çaplı işkencelerden geçtikleri kazılı. Yumruklarını sıkmaya, hapse ve kırbaca alışmışlar. Onlara şefkatli bir yürek bahşedilmemiş. Polis ajanlarının insanları, başka insanlara ait cesetleri çiğneyerek kovaladıkları bir yer burası.

Karışıklığın bu kadar uzun hüküm sürdüğü bir ülkede insanların bir gecede hukukun gücünü anlamaları beklenemez. Adalet nedir bilmeyen bir insandan adil olması talep edilemez. Sizin gibi bir hanımefendinin ve sizin toplumunuzun insana yönelik işkencenin her türden biçimine izin verdiği bir dünyada bu tür şeyler anlayışla karşılanmalı. Sizin babanızın elli yıl önce uşağına taktığı kelepçeyi bugünkü insanlar, o uşaktan daha derin hissediyorlar.

İnsanlar gelişti ve bu gelişimin neticesinde kişilik onuru denilen bir anlayış açığa çıktı içlerinde. Ama insanlar, hâlâ kendilerini köle gibi görüyorlar, kendilerine birer hayvanmış gibi bakıyorlar!

Sevgili bayan! Bizzat yapmadığınız şeyleri başkalarından istemeyiniz. Siz, merhamet nedir bilmediniz ki size merhamet edilmesini isteme hakkınız olsun. İnsanlar, kendilerine kıyasla avantajlı olan başka kişilerin işkencelerine maruz kaldılar. O işkence, hâlen daha devam ediyor. Çarlığın ve kapitalizmin ülkeyi devrime sürüklemesiyle birlikte halkın içindeki tüm gizli güçler zincirlerinden boşandı, yüzlerce yıldır bastırılan öfke patladı, intikam her yanı sardı.

Ülkemizde adaletin, hürriyetin ve güzelliğin yurdunu inşa etmekle ilgili, insanı kör edecek kadar ışıklı bir görüşten kaynak alan, o büyük fikrin can verdiği başka bir güç, aydınlık bir güç daha var. İyi ama sevgili bayan, görecek gözleri olmayanlara denizin kudretini ve güzelliğini tarif etmenin ne faydası var!

Maksim Gorki
25 Mart 1920
Kaynak

27 Mart 2024

,

Tarih Bizi Çağırıyor


Ne için mücadele ediyoruz? Kendi ülkemizde insanca yaşamak için mücadele veriyoruz. İki kişiye bir konut düşebilecekken maaşlarımızı kiraya ve temel ihtiyaçlarımıza yetiştirmeye çalışıyoruz. En temel hakkımız olan barınmadan yararlanamıyoruz. Bir konut edinmek bir yana kirada kalma imkânımızın zorlaştığı bir süreci yaşıyoruz. Ev sahipleriyle kiracı kavgaları gündeliğe dönüştüğü için sorumluyu kişi değil düzen olarak görüyoruz.

Onurlu yaşamak için mücadele ediyoruz. Yalanın, takiyenin, fırsatçılığın, yarı yolda bırakmanın, güvensizliğin bizi kuşattığı toplumsal yaşamda insan kalabilmeye çabalıyoruz. Kötü örneklere bakıp “insan da yaşam da bu” diyerek kötülüğü seçmiyoruz. İnsanın özünde iyi olduğuna güveniyoruz. O yüzden, insanı bu bozulmanın sorumlusu olarak tutmuyoruz.

Yozlaşmaya karşı mücadele ediyoruz. Uyuşturucu kullanımının bireysel sorunu aşıp toplumsallaştığı, yoksulun umudu ve geleceği Bitcoin’de, kumarda, bahis oyunlarında, kolay yoldan kazançta aradığı bir dönemde emeksiz ve mücadelesiz bir yaşamın kişiliklerimizi ve değerlerimizi tahrip edeceğini biliyoruz. “Başkaları bunları yapsın bizlik bir durum yok” demiyoruz. Her gün evden çıktığımız an sokağa karıştığımızda, bu yozlaşma taciz, kabalık, küfür, kavga, üstümüze sürülen araç, toplu taşımada ve iş yerlerinde huzursuzluk olarak karşımıza çıkıyor. Bu durumdan kaçma imkânı olmadığını her gün deneyimliyoruz. Yozlaşma, ailelerimize ve ülkemizin çocuklarına bulaşmasın diye mücadele ediyoruz. O çocukların ve gençlerin karşımıza birer suçlu ya da kurban olarak çıkmasına müsaade edemeyiz.

Aileyi korumak için mücadele ediyoruz. Ailesiz bir mücadele hattı kurulamayacağının doğruluğunu yaşam bize gösteriyor. Aileyi bu sömürü ve çürümeden kurtaramazsak ne kendimizi ne halkı kurtarabileceğimizin farkındayız. En temel mücadele çevresinin aile olduğu gerçeğini unutmuyoruz. Halkı da büyük aile olarak kabul ediyoruz.

Hiçbir insan, kültür, inanç, farklı yönelimlere sahip kişiler baskı, zulüm ve ötekileştirmeye maruz kalmasın diye mücadele ediyoruz. Ezilen ve sömürülenin kardeşliğine inanıyoruz, o kardeşliğe vurulacak her darbenin egemenler lehine işleyeceğini ve daha fazla ezilmeye-sömürülmeye yol açacağı gerçeğinin bilinciyle hareket ediyoruz.

Eleştirmekten ve eleştirilmekten kaygı duymuyoruz. En çok da mücadele ettiğini iddia edenlerin yanlışlarını eleştiriyoruz. Ezilenin ve sömürülenin kurtuluş ideali uğrunda yanlış hatta ilerlemesinin hepimize zarar vereceğini tarih bize gösteriyor. Bu yüzden, kitleyi ona yol gösterenlerden ayırarak eleştiri sunuyoruz. Bireylerle ve onların yaşam biçimleriyle ilgilenmeyip ortaya konan ideolojik hattı eleştiriyoruz.

Eleştirinin yapıcı ve dönüştürücü gücünü görmezden gelemeyiz. Hangi çevrede, hatta, sendikal mücadelede yer alınıyorsa eleştiriler yoluyla çarpıklıkların görülüp “tabanın” gücüyle değişimin başlamasını hedefliyoruz. Bu düzenden bir avuç sömürücü dışında kimsenin memnun olmadığı gerçeğini yaşıyoruz.

Sola yönelik eleştirilerimiz; kolun kırılıp yenin içinde kalmaması, memnuniyetsizliklerin siyasi dedikoduya dönüşmemesi, rekabetçiliğin mücadeleyi zayıflatmaması, sınıfa ve kitleye yanlış rota belirlememesi amacını taşıyor. Yapılan her yanlışın mücadele veren dinamikleri de gerilettiğini görüyoruz. Kimliksel ayrımların egemenleri ve burjuvaziyi memnun ettiğini fakat sınıf mücadelesinin onlar için en büyük korku olduğunu, emek eksenli-hak temelli mücadele hattının ve birliğinin onlar için en büyük korku olduğunu sola, sınıfa, kitlelere göstermek için mücadele ediyoruz.

İnsanın insana, doğaya, kendine, değerlere, emeğine yabancılaştığı günümüz koşullarında düşen insanın elinden tutarsak kendimizin de kurtulacağı ve birlikte daha güçlü olacağımız için mücadele ediyoruz.

Bizim güvenliğimiz gerekçe gösterilerek her yanımızın kameralarla çevrilip hiçbir mahremiyetimizin kalmadığı, insanın istatistikî değeri olarak sayılara indirgenip dijital bir nesneye dönüştürüldüğü, telefon uygulamaları yoluyla işçi ve emekçinin alın terinin puanlandığı, herkesin birbirini ses ve görüntü kaydına aldığı, sosyal medyanın kimlik kartına döndüğü, sanalın gerçekle takas edildiği, taşlar-burçlar-fallar safsatalarıyla zihinlerin ve iradenin işgal edildiği için mücadele ediyoruz.

Sendikalıyla sendikal yönetim anlayışını, Kürt ile Kürt siyasetini, tarikatlar ile inançlı insanı, partilerle tabanı, cinsiyet ideolojileri üzerinden bireyleri metalaştırıp sermayeye dönüştürenlerle kitleyi ve bireyi, bir bütün olarak rota belirleyenlerle kitleyi birbirinden ayırarak eleştiri geliştiriyoruz.

Tek amacımız, bizi birbirimize düşman eden, kendi ülkemizde kiracı bile olmayı lüks olarak dayatan, emeğimiz üzerinden zenginleşenleri koruyan, uyuşturucuyu-fuhşu-yozlaşmayı yayan, emperyalizmin hesapları uğruna milyonlarca mültecinin emeğini sömürüp onları yurtsuzlaştıran, çocukların ve kadınların emeğini ucuz iş gücü olarak kullanan insanlık dışı düzenden kurtularak sömürünün olmadığı bir düzende yaşamak. Bu yüzden, ezilenin mücadelesinin emperyalizme, sömürülenin mücadelesinin burjuvaziye ram edilmesine engel olmak için ideolojik boyutta eleştiriyi görev kabul ediyoruz.

Kürt’e, cinsel yönelimi farklı olana, Sünni Müslüman’a, Ermeni’ye, mülteciye, kadına “düşman” değil, dostuz. Dostluğun bedelini de ağır bedellerle ödüyoruz. Tüm bu kesimleri yanlış yönlendiren ve onların kurtuluşunu geciktiren her hamleyi onlara göstermek için eleştirmekle kalmayıp yaşamın içinde sergilediğimiz pratikle bunu başarmaya çalışıyoruz. O yüzden, onlar adına konuşanları yine onları sahiplenmek ve birlikte mücadeleye çağırmak için pratik üretiyoruz. Bu sebeple, eleştirmeye ve tutarlı bir hat çizmeye devam edeceğiz. Yazdıklarımızı okuyan her insanın bizim gibi düşündüğünü çünkü aynı sömürüye ve baskıya maruz kaldığını görüyoruz. Kaygı duymadan hareket ediyoruz, belki tek farkımız budur ya da görevimiz.

Eğitim emekçilerine seslenmeye çalışıyoruz. Sınıf, toplumun en küçük kesiti ve sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Bir kenara çekilip “her şey olacağına varsın” diyemeyiz. Öğrencilerimizi faşist, gerici, paramiliter odaklara; uyuşturucu ve yozlaşma bataklığına; güvencesiz bir geleceğe teslim edemeyiz.

Mücadele tekillerle ilerlese de birleştiğimizde kazanacak olan biziz. O yüzden, birbirimizin söylediklerine, davetine, eleştirilerine iştirak etmeliyiz; bize çıkmaz sokağı gösterenlerinkine değil. Mezarları, tarihi, ilkeleri, değerleri, kararlılığı ve cüreti, bedel ödemeyi, tevazuyu mücadelenin köşe taşları olarak defalarca çıkmaz sokak rehberlerine göstermeye devam edeceğiz; asıl işaret edilen o rehberler değil, onlarda umut arayan ezilen ve sömürülendir.

Dijitalleşmeye, barınma sorununa, artan kira sömürüsüne, motokuryelere, sağlık emekçilerine, yozlaşmaya, psikolojik çöküşe, edebiyata, sanata, toplumsal sorunlarımıza, sinemaya, tiyatroya, dijital platformların zihin işgaline, medyaya, ahlaka, değerlere, ilişkilere, iş cinayetlerine, çocuk işçiliğine, faşist ve gerici zihniyete, emperyalizmin katlettiği Filistinli çocuklara ve kadınlara, intihara, depresyona, emeğe, alın terine, onura kadar birçok konuda dilimizin döndüğü ve kalemimizin yettiği kadarıyla yazılar yazmaya çalıştık, çalışıyoruz.

Ataerkilliğin, feodalizmin, baskının, sömürünün, geri bırakılmışlığın çemberini yararak ne öğrendiysek, eylediysek, deneyimlediysek hiçbirinin bizde kalmayıp paylaşılarak dalga dalga yayılmasını görev bildik; entelektüel gevezelik için değil, birbirimize ulaşmak için yazıyoruz. Zoru göze aldık, hiçbir emeğin boşa gitmeyeceğini biliyoruz. Eleştirilerin yapıcı ve dönüştürücü karşılığını da pratikte gördük. Bu dönüşümün daha hızlı ilerleyip kurtuluşa erişmemizin ezilen ve sömürülenlerin birlikte mücadelesinden geçtiğini bilerek, tek çağrımız, emeğiyle dünyayı şekillendiren, alın teriyle yaşamını sürdüren insanlaradır. Hikâyelerimiz birbirinden farklı değil; birbirimize ihtiyacımız ve mücadele birlikteliğimiz bir tercih değil, zorunluluktur. Kendi kurtuluş mücadelemizi hayata geçirmeye çağırıyoruz, çünkü tarih bizi çağırıyor.

S. Adalı
27 Mart 2024

,

Premium


Önce şu husus tespit edilmeli: Devrim ve sosyalizmin iradesi durulanmalıdır. Bu uğurda, proletarya adına ve onun için nesnel ajanlık yapılmalıdır.

* * *

“Geyik”[1] başlıklı yazının yazarı, esasında, bize veya belirli bir okur kitlesine değil, doğrudan yazarın “standart üyesi” olduğu TKP’nin CEO’suna ve yönetim kuruluna konuşuyor. Oraya hitap ediyor. Yazı vesilesiyle yazar, o kurula beni “premium üye yapın!” diye yalvarıyor. Hamallıktan kurtulmak, arınmak, after partynin parçası, özel üyesi olmak istiyor. O da büyük ranttan pay talep ediyor. “Benim neyim eksik, ben de eski üyeyim” diyor. 

Özel kişilerin örgütü, ancak özel olduğunu sanan bireyleri çağırabiliyor. Kitlelerden, sınıftan ve kolektif dinamiklerden nefret üzerine kurulu olan bu örgütler, bu tür yozlaşmış bireyler üretebiliyor. Bu akıl, yaptığı mizahta “Ben de Trabzonlunun, Yozgatlının, Konyalının olmadığı bir ülkede yaşamak istiyorum” diyebiliyor.

Yakup Akbaş isimli bu şahsın bize yaptığımız eleştiri sonrası “reklâmın iyisi kötüsü olmaz” diye tvit atmasının sebebini sitem ve yakarış dolu yazısında aramak gerekiyor. Mertebe atlamak için kendi varlığını ve imzasını yaldızlamaya çalışıyor. Bunun için bizim eleştirimizi kullanıyor. Efendilerine yaranmak için taklalar atıyor. Bu iradenin proleter ve devrimci olmadığı çok açık. 

Bir komünist, böylesi bireysel tepkiler geliştiremez, kolektifiyle düşünür, öyle hareket eder. Örgüt disiplinine aykırı bir tavırla, imzasını parlatmak adına, gidip kendisine kişisel blog açmaz. SİP’ten neden ayrıldığını, sonra da neden geri döndüğünü maddi, teorik zemin üzerinden, hesap vererek, açıklar. Yuvarlak cümlelerin, boş edebiyatın, kişisel hezeyanların arkasına saklanmaz. Tok ve net bir sesle bu momentlerin izahatını verir. Birey, kolektife ait olmanın bilinciyle konuşmalıdır. Bireye ait kolektifse dilsizdir. Hiçbir şey anlatamaz.


Proleter ve devrimci olan, proletaryaya yoldaş, devrime hamal, amele ve işçi olmaktır. Kariyer hesapları yapmamak, mesleğinin götürdüğü yere gitmemek, koldaki bileziği kalp ve beyin yerine koymamak, kişisel varlığını yaldızlamadan, aidiyetle, proleter davaya yoldaşlık etmektir. TKP gibi küçük burjuva örgütlerin anlamadığı budur. Onlarda özel arkadaşlıklar vardır, yoldaşlığa asla izin verilmez.

* * *

“Hep işçi sınıfının öncüsü”nü aradığı yalanını söyleyen bu muhasebeci, diğer bir yazısında[2], Kadıköy belediyesiyle Tunceli belediyesini, bütçeler üzerinden kıyaslıyor. Burada esasen olitik-devrimci bir analize değil, ticari analize imza atıyor. Bu yavan analiziyle Maçoğlu’nun adaylığına ve organik ürün pazarına zemin örmeye çalışıyor. Bu muhasipliğiyle elit kadroya göz kırpıyor. “Beni ciddiye alın” diye yalvarıyor.

Yakup Akbaş, ittifak hukukuna da aykırı davranıyor. Bize verdiği lakayt, komünist disipline yakışmayan cevabında Mekapçılara karşı Mekapecilerle birleşen örgütü adına Kaypakkayacılara operasyon çektiğini, onlarla eğlendiğini, dost görünüp onları kandırmaya çalıştığını açıktan itiraf ediyor. Bu, doğru bir tutum olmasa gerek. Yoldaşlık ettiğin bir kolektifi küçük göremezsin, onun üyeleriyle bireysel-kişisel ilişki geliştiremezsin, politik amaçlar doğrultusunda kullandığın sosyal medyanı kişisel heva ve hevesin için istismar edemezsin. Politik yazılar yazdığın hesabında kişisel zevklerine, meraklarına, rahatsızlıklarına vs. yer veremezsin. Misal, dinlediğin metal müzikten bahsedemezsin. Orayı gene kolektife ait bir zemin olarak görmeli, o şekilde kullanmalısın. Hesap sormalı, hesap verebilmelisin.

* * *

Akbaş, “İşçi sınıfının öncüsü arayışı”nın devrime dek bitmeyeceğini, maddi ve diyalektik bir süreç olduğunu, o sürecin emriyle hareket edilmesi gerektiğini görmüyor. “İşçi sınıfı”, onun gibiler için yüz yıldır tarihsel ilerlemenin, burjuva gelişmişliğin, emperyalist-batıcı mevzilenmenin metaforundan başka bir şey değil. 

Bu ülkede İşçi Partisi, İngilizlerle ve Avrupa’yla kurulan ilişkiler bünyesinde kuruldu. Model olarak da Amerika’daki faşist sendikacılıktan beslenen pratik alındı. Bu ülkede legal TKP, gene Avrupa Birliği ile ilişkiler düzleminde kurulabildi. İçeriği ve özü, bu ilişkiye göre tayin edildi.

Akbaş, madde ve diyalektikten azade kıldığı, sınıftan ve sınırdan ötede gördüğü “öncü parti”nin metafizikliğini ve idealistliğini fark edemeyecek bir yerde duruyor. Hayallerinin, kurgularının, benmerkezci laflarının kulu kölesi olduğunu gerçeğin her tokadında görüyor, tekrar o hayale, kurguya ve lafa kaçıyor.

Öncü partinin bitmişliğiyle Kemalizmi arasında da bir bağ olmalı. Bu tür küçük burjuvaların teorik faaliyeti maddeden ve diyalektikten azade olduğu için Kemalizme kul-köle oluyor. Burjuva-merkezci olan TKP’nin bitmek bilmeyen burjuva devrimiyle düşündüğü, tek ölçütünün bu olduğu, onun burjuvazinin kılına zarar veremeyeceği, ona o nedenle yol verildiği görülmeli.

* * *

Geyik muhasebeci, iki üç yıl Sırrı Öztürk’ün kolektifinde yer aldığını söylüyor. O süre zarfında, sırf orayı bozmak için orada bulunduğundan, oradan hiçbir şey öğrenmiyor. Orada tüccarlık ve esnaflık öğreniyor, işçilik değil. Yazdığı cevapla bizim iddialarımızı teyit ediyor.

Sırrı Öztürk, “bu TKP’lilerle yol alacağıma, Kaypakkayacılarla hapis yatmayı tercih ederim” diyen biriydi. O, hep, eksik-gedik, kendisi gibi proleter olana bakıyor, o ölçütle siyaseti değerlendiriyordu. Ondan öğrenseydi, bugünkü TKP’ye bakıp, konformizme saplanmadan, “işçi sınıfının öncüsü arayışım bitmiştir” demez, o örgütündeki küçük burjuvalıkla kıyasıya dövüşür, en azından, partisinin işçi sınıfının öncüsü olması için uğraşırdı. Cümlelerini hep ensesinde kendisini bir işçi izliyormuş gibi kurardı. Solculuğun rantını yemeye çalışmaz, mevki ve kariyer peşinde koşmazdı.

* * *

Akbaş, bizi eleştirirken boş yere yumruk sallıyor. Kendi örgütü dergi çevresi iken ona iliştirilen etiketleri bize top yapıp savuruyor. Ezbere konuşuyor. Kendisine ezberletileni, sorgulamadan, körü körüne yineliyor. Parti ile dergi çevresi arasında kurulan, tabandaki standart üyeleri kandırmak için yapılan ayrıma başvuruyor. Böylece şeflerinin dergi çevrelerini tasfiye etmek için “Parti ismini almış olduğunu, aslında özel üç beş kişinin özel örgütü olma vasfını hiçbir vakit yitirmediğini, onları buradan silâhsız bırakıp boşa düşürmek istediğini örtük olarak söylemiş oluyor. 

Akbaş, “yaş kemâle erdi, artık beni de o özel örgüte alın” diye sitem ediyor. Bu öznel niyet üzerinden, bizi basit rekabetçi ve mülkiyetçi anlayışla karşılıyor, dediklerimizi zerre anlamayacak bir yerde duruyor. Rekabet ve mülkiyet, kolektif düşünce ve pratiğe düşmanlık etmeye mecbur. 

Biz, o rekabetin ve mülkiyetin dışında, devrimin ve sosyalizmin ortak kavşağında düşünmeye ve eylemeye çalışıyoruz, hepsi bu.

Bu ülkede dergi çevrelerini küçümseyip yok etmek için parti gömleği giyiliyor. Ne gerçek bir parti olunuyor, ne de hareket ediliyor. Bu tür yapılar, Kadıköy’den bakıp Kadıköy’e çağırıyorlar. “Ama semtevleri, ama işçi içinde biz çalışıyoruz, ama aydınları biz örgütlüyoruz” yalanlarını ezberleyen kadrolar, tepedeki şeflerin düşünce ve eylemlerini sorgulamadan hareket ediyorlar. Semtevlerinin halkla, sendikaların işçiyle, meclislerin aydınla bir alakasının olmadığı, gerçek bir bağı bulunmadığı görülmüyor. Çünkü o şefler, devrim-sosyalizmin yükü ve sorumluluğuyla düşünüp hareket etmiyorlar. O kavşakta olmuyorlar. Nicele ve biçime vurgu yapmalarının sebebi burada. O vurgu, nitele ve öze küfretmek için. “Küfür”se gizlemek, örtbas etmek, Lenin’in ifadesiyle, “halı altına süpürmek” demek.

* * *

Akbaş, basit felsefe bilgisinden de yoksun. “Tarihi ben baştan yazacağım, kendimden başlatacağım, Mustafa Kemal’e orak-çekiç rozeti takarsam bu cumhuriyet sosyalist olur” diyenin idealizm bataklığında[3] debelendiğini tabii ki anlamıyor. Partisi de bu şekilde düşünüyor. Ait olamıyor, sürekli sahip olmak istiyor. O nedenle, tam da Marx’ın sözünü ettiği, kendi saçından tutup kendisini, kuyruğundan tutup atını bataklıktan kurtardığına dair yalan hikâye anlatan Alman şövalyeleri gibi konuşuyor.

TKP gibi küçük burjuva örgütler, ancak küçük burjuvaziyi çağırabiliyor, ancak ona örgütlenebiliyor, ancak onun ölçüsünde hareket edebiliyorlar. Onun harici, dışı, ötesi, TKP gibi yapıları ürkütüyor. Orası yaban, barbar, geri, ilkel ve aşağı olana aitmiş gibi görülüyor. Oysa bu ülke ve bu coğrafya, yerli-yabancı efendilerin yaban, geri, ilkel ve aşağı saydığı halk kitlelerinin komünist partisini çağırıyor.

Eren Balkır
20
Mart 2024

Dipnotlar:
[
1] Yakup Akbaş, “Geyiği”, 3 Aralık 2023, Blog.

[2] Yakup Akbaş, “Malkoçoğlu Değil Maçoğlu”, 10 Ocak 2024, Blog.

[3] Eren Balkır, “Madde, Diyalektik, Kemalizm”, 25 Kasım 2023, İştiraki.

26 Mart 2024

,

Paratoner


Bugün CHP, seçim sathına “daha güçlü Türkiye” sloganıyla çıkıyor. Onun kuyruğuna tutunarak varolmayı seçmiş olan sosyalist hareket de aynı dile başvuruyor. Bu slogan, esasında Türkiye’nin verili hâliyle güçlü ve zengin olduğunu söylüyor. “Daha güçlü” olacak ülkenin daha önce güçlü olması gerekiyor.

Sol, bu slogan şahsında, başka bir kattan, başka bir yerden konuşuyor. Yoksulun, işçinin, ezilenin yanında değil, başkalarının kıyısında düşünüyor. Çünkü o gücün bu kesimlerle bir alakası bulunmuyor. 

Özellikle pandemi yağmasından beri ezilenin, işçinin ve yoksulun “toplam güç”teki payı iyice azalmış durumda. Bu gerçeği bilen sosyalist hareket, CHP’nin kuyrukçusu olmanın bedelini ödüyor. Bu hâlinden gayet memnun görünüyor. Yoga yapmayı devrimci yol olarak gördüğüne göre, demek ki bu hâlde olmayı kendisi istemiş.

“Daha güçlü Türkiye” sloganı ve yürütülen seçim çalışması, örtük olarak, AKP’yi övüyor, yüceltiyor, “Sağol, buraya kadar getirdin, ülkeyi büyüttün, güçlendirdin, bundan sonrası bizde” demiş oluyor. CHP, AKP’yi öne çıkartacak, belirgin kılacak, iri gösterecek bir fon olmanın ötesine geçemiyor. Sermaye ve devlet, bu iki aparatıyla birlikte yürüyor.

Bunun sebebini, Engels’in bu tür solcuların ecdadı olan Fabyusçularla ilgili yaptığı şu tespitte aramak gerekiyor:

“Fabyusçular, bir avuç kariyerist olarak, toplumsal başkaldırının kaçınılmaz olduğunu görüyorlar, ama bu büyük görevi eğitimsiz proletaryaya veremiyor, dolayısıyla ona öncülük edemiyorlar. Fabyusçuların faaliyetlerine asıl yön veren unsursa devrim korkusudur. Sonuçta onlar, gayet eğitimli insanlardır. Bu ekibin bağlı olduğu sosyalizm, belediye sosyalizmidir. Ona göre üretim araçlarının sahibi olması gereken millet değil, komündür (belediyedir). Her hâlükârda çıkış noktası olarak alınması gereken odur. Onlardaki sosyalizm, burjuva liberalizminin en uç ve doğal sonucudur.”[1]

Bu gelenek, CHP’de ve stepnesi TİP’te güncelleniyor. Muhtemelen TİP yönetim kurulu ve CEO’su, bir ara toplanmış. Gezi ile birlikte CHP’ye kanalize edilen orta sınıf, kentli, plaza çalışanı, yüksek maaşlı “aristokrasi”nin temsilcilerini karşılarına oturtmuş. Onlara, “siz nasıl bir CHP görmek isterdiniz? Nasıl bir CHP’ye oy verirdiniz?” sorularını yöneltmiş. Bu alınan cevaplara göre TİP’in ideolojisini ve politikasını biçimlendirmiş. Muhtemelen parti, böylesine basit bir işlemin ürünü. Düzen demiş ki, “bizim bu muhalif kitleyi absorbe edebilmemiz için CHP’nin kimyasıyla oynamamız gerekiyor. Ama bu, zor bir iş. Oynarsak, elimizde CHP kalmaz. O zaman başka bir parti kuralım.” Bunun ardından, gidip kendi yetiştirdiği elemanı Kemal Okuyan’ın kapısını çalmışlar. Hikâye, basitçe bu şekilde ilerlemiş gibi görünüyor.

* * *

Bugün sosyalist hareketin içeriğini ve biçimini “toplumsal başkaldırı görevini eğitimsiz proletaryaya vermek istemeyen küçük burjuvalar” tayin ediyorlar. Onların ilerleyişinden de yürüyüşünden de devlet ve sermaye gayet memnun.

“Ülkeyi daha büyük yapmak” isteyen bir CHP varsa ona uygun, ona teslim olmuş bir sosyalist hareket, illaki olmalı. Bugün TİP, TKP, ÖDP vs. adayları, en fazla, ranttan ve rantın halka üleştirilmesinden dem vurabiliyorlar. Halka bu şekilde yalan söylüyorlar. Onu kandırabileceklerini düşünüyorlar. Örtük olarak efendilerine hizmet ediyorlar. O rantın ve sosyal yardımların maddi kaynağına ve maddi zeminine hiçbir şey söylemiyorlar. Orada duran hükümeti allayıp pulluyorlar. AKP’nin bir zenginlik ürettiğini, tek sorunun, bu zenginliğin sınırlı sayıda elde toplaşması olduğunu söylemiş oluyorlar. Halkı politik irade değil, tüketim nesnesi ve basit bir piyasa aparatı olarak görüyorlar. Fabyusçuluktaki sömürgecilik, bu anlayışta güncelleniyor.

Bunların atası olan TKP’liler, otuzlarda Dersim katliamıyla ilgili yazdıkları bildiride, halka yönelik katliama değinmiyor, zulümden ve kıyımdan bahsetmiyor, sadece toprakların askerin eline geçmesi yerine halka dağıtılmasını istemekle yetiniyor.[2] Bu sol sömürgecilik de Fabyusçu geleneğin bir ürünü. Çünkü onlar, medenileştirme misyonuna inanıyorlar ve sömürgelerin gelişimini piyasalar için çok önemli görüyorlar.[3] 

Türkiye sosyalist hareketindeki izlekleri ve seyri anlamak için bu sömürgeci fikriyatı lime lime edip sorgulamak gerekiyor. O dönemde TKP’nin “her şey de askerin elinde, olmaz ki canım!” eleştirisi, bugün Erdoğan’a yöneltiliyor. Esasında Erdoğan ve partisi, TKP gibi sol partilerin asr-ı saadet dönemi olarak gördükleri otuzlarda CHP ne yapıyorsa onu yapıyor. Çünkü devlet ve sermaye, yapmasını istiyor. Sola, devleti ve sermayeyi gizleyip Erdoğan’ı karalama görevi düşüyor.

Karl Marx’ın, kral ve burjuvazi arasında kurulan ilişkiye dair sözleri bugüne de ışık tutuyor. Bugün “burjuvazinin sol kanadı”na sarılmış olan SDP ve Halkevleri türü sosyalist örgütler, bu alıntıda “kral” kelimesi yerine Tayyip Erdoğan’ı koyuyorlar:

Burjuvazi, kendi idaresinin sorumluluğunu üstlenmeksizin, idareyi elinde tuttuğu, burjuvazi ile halk arasında duran kukla bir yönetimin burjuvazi için hareket edip bir tür perde işlevi gördüğü döneme geri dönmek isteyebilir. Bu dönemde iktidarda, eskiden olduğu gibi proletaryanın burjuvaziyi hedef aldığında yumruğunu salladığı, başında taç bulunan bir kral vardır. Günah keçisi olarak iş gören bu krala karşı burjuvazi, o günah keçisi başa bela olduğunda ve kendi başına iktidar olmaya çalıştığında güçlerini proletarya ile birleştirir. Burjuvazi, kralı kendisini halka karşı korusun diye bir tür paratoner olarak kullanabilir, aynı şekilde o, gene kendisini krala karşı korusun diye halkı bir tür paratoner olarak kullanabilir.”[4]

Sosyalist hareket, o paratonere yalandan saldırınca burjuvaziye saldırmış olmuyor. AKP şahsında burjuvaziyi hedefe almıyor. Onun iktidarıyla hesaplaşmıyor. Güç ve ilerleme masallarına kanıyor. Paratoneri ve işlevini büyütüyor. O güce ve ilerlemeye bakıyor.

Mahirleri o samanlıkta devlete teslim eden, mahkemede onların toplumun ilerlemesine karşı olduğunu söyleyen Ertuğrul Kürkçü, o nedenle hâlen daha sosyalist hareketi yönetebiliyor. “Daha güçlü Türkiye”, sosyalist hareketin de benimsediği bir lafız. O, her durumda ve olayda burjuvaziyi paranteze, koruma altına alıyor, yüz yıldır burjuvazinin gücüne ve ilerlemesine iman ediyor. Başka da bir şey yapmıyor. O güce ve ilerlemeye edebi ve sanatsal süsler iliştirmekten başka bir işe yaramıyor.

* * *

Bugün o rantın ve sosyal yardım siyasetinin ardında dökülen tere ve kana sosyalist hareket, hiçbir şey söylemiyor. Çünkü Akkuyu’daki nükleer santralinde çalışan üst düzey yöneticilerden biri, bir sosyalist partinin üyesi, ama bu kişinin o “sicil”le öylesine stratejik bir yere nasıl girdiğini kimse sorgulamıyor. En fazla o kişi, santralde “menenjit salgını” haberi yaptırabiliyor.

Misal, hapishaneden çıkıp bu ülkenin en stratejik kurumlarından biri olan nüfus müdürlüğüne bankamatik memuru olan “devrimci”, nasıl oluyorsa, canı sıkılınca iş değiştiriyor ve Fethullahçıların çiftliği olarak kurulan aile bakanlığına girebiliyor. Bu bağları kimse tartışmıyor. Bireyin üzerine kutsal bir hale geçirildiği için kimse ona tek laf edemiyor.

Gücün ve ilerlemenin önündeki yegâne engel olarak gösterilen Erdoğan, hâlinden memnun. Bir zamanlar kendisinin de ifade ettiği gibi, o bir “paratoner”. Asıl hedeflere yıldırım düşmesin diye var. “Daha güçlü Türkiye” söylemi, o gücün ve ilerlemenin içeriğine tek laf etmiyor. Onu paranteze, koruma altına alıyor. Yani her karış toprağın emperyalistlerle ilişkiler dâhilinde madenciliğe açılmasına sosyalistler de dâhil tüm sol tek laf etmiyor, sadece bir iki kaza olunca onu Erdoğan’a bağlamakla yetiniyor. Çünkü bu ülkede solun maddi imkânlarını TMMOB gibi yapılar yönetiyor. Onlar ne derse o oluyor. Mimar-mühendislerin inşaat rantına, maden mühendislerinin topraktaki emperyalist maden işgaline ses etmesi mümkün değil. Bu ülkede Klaus Schwab eleştirisi yayınlayan “sosyalist” sitenin bir üyesi, çalıştığı şirkette o Schwab adına şirketlere yeşil dönüşüm lisansı dağıtıyor mesela. Bu ülkede TKP gibi örgütler, yayınlarında “kıyma ateş pahası!” diye haber yapıyor ama bir yandan da “insanlar böcek yesin, et yemesin” diyen “bilimsel” raporları yayınlıyor. Böcek yenmesini savunan veganları baş tacı ediyor.

Cem Karaca’nın “Sahibi Geldi” isimli bir şarkısı vardı. İstanbul’a göç sonrası, özellikle Leman gibi dergilerde yankı bulan, köylü halkı aşağılayan dili eleştiriyordu. “Duvara astığın çorapların, altına aldığın kilimlerin sahibi geldi” diyordu. Küçük burjuvazi, o süreçte kendince tarif ettiği, o tarifle birlikte belirli bir mesafede tuttuğu köylülüğün gerçek varlığıyla tanıştı. Ona olan kini büyüdü. Devletin ve sermayenin gücü ve ilerleyişine bu kin üzerinden bağlandı. İşçi-köylünün iradesi, bugün işte bu sınıfsal kinin saldırısı altında. Teoriden, ideolojiden ve politikadan tasfiye ediliyor. Asıl mesele bu.

Eren Balkır
27 Mart 2024

Dipnotlar:
[1] Frederick Engels, “Engels to Friedrich Adolph Sorge”, 18 Ocak 1893, İştiraki.

[2] Eren Balkır, “Hibrit”, 5 Mayıs 2017, İştiraki.

[3] Jessica Whyte, “Fabyusçular ve İmparatorluk”, 2019, İştiraki.

[4] Karl Marx, “Paris’te Çıkan Réforme Gazetesinin Fransa’daki Durumla İlgili Görüşleri”, 2 Kasım 1848, İştiraki.

25 Mart 2024

,

Sandık Sandığa Dayalı



Yerel seçim sürecinin son bir haftasına girdik.

Seçim tarihinde hiç görülmediği kadar partilerin aday tanıtım afişlerini çevremizde görüyoruz. İsrafı bitireceğini iddia eden aday bile kentin her noktasını, hatta bir kavşağın tamamını dev bez afişlerle doldurttu.

Seçimin onlar için ne kadar önemli olduğu belli. Öyle bir noktaya geldi ki bazı kentlerin valileri bile parti fark etmeksizin afişler toplatılmalı, trafiği aksatıyor yönünde yazı yayınladı. Trafik, sömürünün bekası açısından önemli.

Yüzlerce dairesi olan adaylar, belediye başkan adayı göstermeyip CHP’yi destekleyip “denetleme görevi bizde” diye meclis üyesi adaylığı çıkarmakla yetinen sol partiler, deprem kentinde kaç dönemdir belediye yönettiği hâlde halkın tepkisine rağmen tekrar aday olan CHP’liler, 2007’de seçimi boykot edip de sonrasında CHP-YSP’yi destekleyen sol çevreler...

Bu kimin seçimi? İşçinin aday gösterildiği bir parti henüz yok. “CHP’yi destekleyelim kültür ve sanat faaliyetlerinde nefes aldık, tarikatların sermayesi kesildi, belediyede sol çevreleri görelim...” gibi söylemler üstyapıyla ilgili taleplerdir. Altyapı olan sömürü düzeniyle ilgili bir talep yok.

Büyükşehirlerde kiralar asgari ücreti aşarken bu durumdan yararlanan ilk mülk sahipleri CHP’li seçmenin yüzde sekseni bulduğu Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy, Şişli, Sarıyer oldu. Sağ seçmenin ağırlıkta olduğu diğer ilçeler ise neredeyse bu meblağların yarısı civarında. Sağ ilçelere kurulacak tiyatro binaları, parklar, mesire alanları, metrolar, aslında her yeri Kadıköy yapıp kirayı artırmaya ya da “cazibe merkezi” kılmaya yönelik hamleler.

Düzenleyecekleri konserlerde de Munzur Festivali’ne alınmayan sanatçılara yer verilmedi, verilmez. Şikâyet edilen, geri kalmışlık değil, aydınlık rantlara sahip olmak.

Daha kentsel dönüşüm gerçekleşmeden bu ilçelerdeki evlerin kira bedeli ortada. Mesele bundan ibaret.

O kentlerin ve ilçelerin geriliğine neden olan da gerici, faşist, ırkçı, mafyatik, çeteci yapılanmaya mahalleri teslim eden soldur. Teslim etmeye direnenler de “Narodnik, kaba, eril” diye itham edilerek yalnızlaştırıldı.

“Muhalif” denilen belediyelerin ne uyuşturucuya ne müteahhide ne de yozlaşmaya karşı bir çalışması oldu, olamaz da. O yüzde seksen oy veren laik, seküler, aydınlık mahalleli kendi evinin duvarına nakşedilen faşist yazı ve logoları silmekten aciz. O yazılar, sömürü devam etsin diye verilen gözdağıdır.

Sol, o gözdağına boyun eğdi. Apartmanına kamera taktıracak seçmen de sol seçmendir, çünkü o, mülk sahibidir. Kamerayı en çok o sever, düzenleyeceği etkinlikler de kamerasız olmaz.

Müteahhitlerin, mimarların, mühendislerin, avukatların, beyaz yakalıların yöneteceği belediyenin işçi emekçiye faydası yok. Bizim derdimiz, sömürü düzeniyle ve onun insan tahrip etme politikasıyladır. Doğunun CHP’sinin de böyle bir derdi yok.

S. Adalı
25 Mart 2024

,

Halka Yalan Söylemeyin


Bugün sosyalist hareket, belediye seçimi çalışmalarını “rantın ve sosyal yardımların paylaşımı” fikri üzerine kuruyor. Ama hareket, rantın ve rantın paylaşımı fikrinin kaynağını, maddi zeminini hiç sorgulamıyor. Çünkü sol, küçük burjuva niteliğiyle, kendisini sorgulamak istemiyor. 

Rant ve sosyal yardım meselesi, bu ülkede burjuvazinin ve devletin gücüyle alakalı. Rantı sorgulasa burjuvaziyi, sosyal yardım meselesini sorgulasa devleti sorgulaması gerekecek. Dolayısıyla sol, ağababalarını ve parababalarını sorgulayamıyor. O yakıcı gerçeklikten ve ihtiyaçtan hep kaçıyor.

Sorgulayamamasının bir sebebi de solun, örgüt şefleri ve STK ağaları düzleminde düzenle kurduğu ilişkinin tartışılmasını istememesi. Sol, DİSK, TMMOB gibi yapılar üzerinden iktidarla kurduğu ilişkilere tek laf edemez. Buralarda CHP eliyle açılmış kapıları sorgulayamaz. O nedenle, kentsel dönüşüm saldırısının organize edildiği dönemde yapılan belediye seçimlerinde ancak ve sadece burjuvaziyi ve devleti aklayabilir, onları göklere çıkartabilir, onların varlığını paranteze alıp koruma çabası içine girebilir.

Sosyalist hareket, “halk” derken yalan söylüyor. Söylemek zorunda. “Halk” kelimesini gördüğünüz yerde aklınıza, sosyalist hareketin iki ayağı olan örgüt şeflerinin ve STK ağalarının özel ilişkileri ve özel çıkarları gelsin. Çünkü sosyalist hareket, halka hiç inanmaz, inanmadı. Hatta ondan nefret eder. Amilcar Cabral’ın sözüne ve eylemine inanmadığı için o, “halka hep yalan söyler.”[1]

Sosyalist hareket, bugün Türkiye’de burjuvaziye hasetle, proletaryaya nefretle bakan küçük burjuvazinin güdümünde. O haset, bugün diyor ki “belediyedeki rantı ve yardımları halka dağıtacağız.” Biz biliyoruz ki o rant, halka dağıtılmayacak. Sosyalistler, yerleştikleri köşelerde o rantla şişecekler, birkaç üyesini paraya kul-köle edip, kendisine bağlayacak, bu süreçte düzene daha fazla teslim olacaklar.

Dün yoksul halkla dalga geçen, bu yüzden kendisine koltuk verilmiş olan, bugün kendisine ve partisine oy vermekten aciz bir kişi olarak İrfan Değirmenci, diyelim ki seçildi, en fazla, Çankaya halkına Kızılay’da Selda Bağcan konseri düzenleyebilir! Ya da milletin et yiyemediği günlerde vegan festivali organize eder. Çünkü o rantın paylaşıldığı gün bayram ilân edilmeli, şölenler düzenlenmeli, Züğürt Ağa filmindeki gibi, köylüye ziyafet çekilmeli, geri plandaki sömürü ve zulüm örtbas edilmelidir. Ama tabii ki et yenmemelidir. Çünkü uluslararası efendiler böyle emretmektedir.

Geçmişte o Çankaya Belediyesi başkanının karısı, “sokaklarda yürürken rahatsız oluyorum kocacım, şu işportacıları kaldır” dedi. Zabıta, demir sopalarla çoğu emekçi ve solcu gençlerden oluşan işportacıları dayaktan geçirdi. Sosyalist bir örgütün (ESP) üyesi, o işportacıların başına geçti, yürüyüş düzenledi. Dağıtılan bildiride, “sokağı asıl kirleten, mendil satan çocuklar, onları temizleyin” deniliyordu. Sonra o solcular, sokakta bir iki portre, bir iki kolye satmaya razı geldi. Sokak, sanat sokağı yapıldı. Belediye başkanının hanımı, kürküyle rahatça yürüme imkânı buldu. Sosyalist hareketin belediyecilik anlayışı, işte bu sınırı asla aşamaz.

“Rant paylaşılmalı, halka akıtılmalı” diyen sosyalistler, halk düşmanıdırlar. Çünkü bu sözü ederek rantın kaynağına dair hiçbir şey yapmayacakları konusunda birilerine yemin ettikleri gerçeğini gizliyorlar. Asıl, gizlenenleri konuşmak gerekiyor. Şirketleşmiş belediyelerin varlığını ve oradaki çürümeyi kimse tartışmıyor.

Sol, burjuva düzeninin kirini pasını temizlemekten başka bir işe yaramıyor. Halkın gücünü, milislerini, iktidarını[2] kimse artık akla bile getirmiyor. Sadece burjuvaziye ve devlete verilen söz gereği, kitleler, boş umutlarla ve temennilerle oyalanıyor.

Lenin, “Asıl Meseleyi Unuttular” başlıklı yazısında, belediye seçimine dair değerlendirmede bulunuyor ve küçük burjuva sol örgütler olarak Menşeviklerin ve Sosyalist Devrimcilerin boş temennilerle dolu seçim beyannamelerini eleştiriyor. O sözlerin “zararsız ve içi boş temennilere ya da sıradan burjuva siyasetçilerin kitlelerin gözünü boyamasına benzer bir pratiğe dönüşeceği” uyarısında bulunuyor. Ardından da şu tespiti yapıyor:

Hakikatle doğrudan, hiç sağa sola kaçmadan yüzleşmeyi bilmeliyiz. Onun üzerini örtmemeli, hakikati, hiç lafı kıvırmadan, dosdoğru halka söyleyebilmeliyiz. Sınıf mücadelesini halının altına süpürmemeli, o gösterişli, aldatıcı, kulağa hoş gelen ‘radikal’ reformlarla hakikat arasındaki ilişkileri net bir biçimde ortaya koyabilmeliyiz.

Bugün sosyalist hareketi hakikat, zerre ilgilendirmiyor. Sağa sola savrulan hareket, hakikati de ve sınıf mücadelesini de halının altına süpürüyor, gösterişli, aldatıcı, kulağa hoş gelen “radikal”miş gibi görünen reformları pazarda satabileceğini düşünüyor. Aldatıyor, aldanıyor.

Bugün TKP, TİP, ÖDP vs. cümle sosyalistin belediye seçiminde propaganda amacıyla dile döktüğü cümleler, “sadaka ekonomisi” üzerine kurulu. Tekraren: Sosyalist hareket, bu ekonominin ardındaki devleti sorgulayamaz. Sosyalist hareket, “rantı halka dağıtacağım” diyor. O, rantın ardındaki burjuvaziyi de sorgulayamaz.

Bugün belediyecilik, sosyal yardım dağıtım merkezine indirgendi. Sosyalistlerin aklı bundan gayrısına çalışmıyor. Akışa, güce ve ilerlemeye mani olan Erdoğan’dan kurtulduğumuz vakit her şeyin güllük gülistanlık olacağı yalanını pazarlıyor. Sol, kendi yalanına kendisi iman ediyor. Propaganda faaliyetleri, sadece “rant ve yardımları halkla paylaşacağız” diyerek halkı kandırmaktan ibaret. Halkın özne ve irade olacağı bir kurguya bile yer yok. Ayrıca, örneğin kendi iş yerinde çalıştırdığı yoldaşının sigortasını yıllarca ödememiş bir TKPlinin rantı paylaşması, zaten beklenemez!

Türkiye Kuşlar Partisi adayı Orhan Gökdemir, “israf değil hırsızlık; günah değil suç deyin” diyor. Ancak bunu demesine izin var. Esasen burada Gökdemir değil, ona birilerinin bahşettiği laiklik bekçiliği görevi konuşuyor. Gökdemir, yapısal ilişkilere, sömürüye ve zulme hiç değinmiyor. Rantı üreten, sosyal yardımları dağıtan yapıyı aklıyor. O, aslında dinsiz burjuva düzeni istediğini her fırsatta haykırıp duruyor. O yüzden aday gösteriliyor. Geçmişte EMEP’in dergisinde de Perinçek’in dergisinde de TP’nin dergisinde de Fabrika’da da SoL’da da ismine rastlamamızın, gazeteci kisvesi ardında türlü operasyonların içinde yer almasının sebebini bu haykırışta aramak gerekiyor.


* * *

Kentsel dönüşüm merkezli ilerleyen seçim çalışmalarında tüm sağ partilerde olduğu gibi sol partilerde de mimar-mühendis adaylar ön plana çıkıyor. Maçoğlu’nun belediye meclisinde bunca inşaatçının ve onunla bağlantılı meslek gruplarının olması, rantın halka akmayacağının delili. Çünkü iktidar olsalar, bu sefer de “o rant ve koltuk, halka bırakılmayacak kadar kıymetli” denilecek. Kaynağa, rantın sebeplerine ve kapitalizme dair hiçbir şey söylememeye ve yapmamaya yemin ettikleri için reklâm ediliyorlar.

Hiçbir sol partide yeşil, dijital, kentsel dönüşüm bağlamında sınıfa ve halka yönelik gerçekleştirilen saldırılara dair bir strateji ve politikaya rastlanmıyor. Böylesi bir strateji ve politika, sosyalist hareketin kitabında asla yazmaz. Çünkü o, bu dönüşümlerin ekmeğini yemenin derdinde. O dönüşümlere destek veriyor. Halk ölmüş, sürünmüş, sürülmüş, umurunda değil. Gene sıkışırlarsa Kürtlere gidip vekillik dilenirler. CHP içerisinde kendilerine mevki ararlar. Bir süre daha varmış gibi yapma imkânı bulurlar. Tek bildikleri siyaset bu.

Belediyeciliğin sosyal yardım pratiğine indirgenmesine, rantın paylaştırılmasına dair akılla “uyuşturucu baronlarından vergi alacağım” diyen Kılıçdaroğlu’nun aklı yan yana, iç içedir. Bu iki akıldan “eğitimsiz proletarya”ya fayda gelmez. O, toplumsal başkaldırı ve devrim görevini bu tür solculardan vura vura, söke söke almayı bilmelidir. Sınıf kini, küçük burjuva siyasetini ateşe vermelidir.

Eren Balkır
25 Mart 2024

Dipnotlar:
[1] Amilcar Cabral, “Halka Yalan Söylemeyin”, 1965, İştiraki.

[2] V. I. Lenin, “They Have Forgotten the Main Thing”, 18 Mayıs 1917, MIA.

24 Mart 2024

,

Fuzûlî


Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır.


Bu söz 12 yıl önce radikal demokrasi partisi sözcüsü tarafından dillendirilmişti.

Henüz çözüm süreci açık şekilde başlamamıştı. Leyla’nın Mecnun’u “yok sayarak” ya da Kays gibi kabul ederek başkasıyla yaptığı bir görüşmeden sonra ona tepki olarak meydanlarda bu söz kitleye duyurulmuştu.

Geçtiğimiz ocakta aynı Leyla, çözüm sürecinin dondurucudan çıkarılıp tekrar ısıtılmasını, çözülmesini talep etti. Bundan iki ay sonra Leyla, Diyarbakır Nevruz’unda aynı çağrıyı dile getirdi, onun deyimiyle, 8 yıllık “yas sürecinden” sonra.

Onunla aynı görüşü paylaşan da parti sözcüsü. Türk-Kürt ittifakının “güncellenmesini” talep ediyor. Bu “Güncelleme” sözcüğü, ilgili çevre tarafından sık sık dile getiriliyor. Bir çağrı da sol sosyalist dediği çevrelere yönelik.

Güncelleme değil bunun adı format atmak.

Format atılmadan önce korunması gereken veriler muhafaza edilir. TÜSİAD’da tekrar halay mı çekilecek, sendikalarda uygarlık mücadelesi mi başçelişki yapılıp güçlendirilecek, Gezi gibi demokratik kitlesel eylemlerde “halk darbesi” mi görülecek, Said Nursi etkinlikleri düzenlenerek İdris-i Bitlis-Yavuz ittifakı mı güncellenecek, okullarda manevi danışmanlar görevlendirilip MESEM ile çocuklar iş yerlerinde can verirken 4+4+4’te gösterdiğiniz tavır gibi “halkın değerleri önemli” mi diyeceksiniz, sizi eleştirenlere sert bir saldırı mı gerçekleştireceksiniz, duvarlara yazı yazan Ülkü Ocakları’nı STK mı sayacaksınız?

“O ittifaktan ayrıl bu ittifakı tekrar kuralım” demek, “sizi yanlış yönlendiriyorlar” demektir.

Son on yılda neler yaşandığını, yaşatıldığını biz unutmadık. İttifakımız da emekçi halk sınıflarıyladır, başka ittifak bilmeyiz.

Denenmiş yollar geride kaldı, tarih geriye akmıyor.

Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıysa Mecnun’u yazan kim?

S. Adalı
24 Mart 2024